Skip to main content

Posts

Ekonomik Kriz ve Görsel İletişimci

Serbest çalışan fotoğrafçılar, illüstratörler, grafik tasarımcılar, grafik operatörleri, web tasarımcıları için her zaman ve her koşulda iş var. Çünkü kriz ortamı bile ekonomik açıdan bazı fırsatların (damping, kampanya vb.) doğduğu ortamlardır. Bu ekonomik fırsatları değerlendirenler seslerini daha çok duyurmak isteyeceklerdir ki bu da tanıtım, reklam anlamına geliyor. Bir yılı daha deviriyoruz. Bu yıl genel olarak ekonomik (aslında siyasi ama etkileri ülkemizde her zaman olduğu gibi ekonomik) sıkıntılarla geçti diyebiliriz. Tüm bunlar gerek reklam verenleri gerekse tüketicileri her anlamda olumsuz etkiledi. Aslına bakarsanız biz bunlara alışığız; ama uzun zamandan sonra ilk defa Avrupa ülkelerinin, Amerika’nın da bu konuda canı yandı. Küresel krizin önümüzdeki yıl daha da artacağı öngörülüyor. Peki bunların görsel iletişimciye etkisi nedir? Ülkemizde bildiğiniz gibi ilk kısılan kalem reklam harcamalarıdır. Bu, reklam sektöründe çalışan birçok insanın durumdan olumsuz etkilenmesine

Yaratıcılığın Hammmadesi Olarak Kurgu

Pudovkin, film için kullanılan “çevirmek” terimini şiddetle reddeder ve bu kelimenin sinema terminolojisinden çıkarılması gerektiğini savunur. Pudovkin’e göre sinema sanatının temeli kurgu’dur. (1) Aslına baktığımızda kurgunun pek çok sinemacı için ne kadar önemi olduğunu görebiliriz. Yönetmen bir sahneyi çekerken bir görüntüyü asıl amacının dışında, hayalindeki imgeyi yansıtmak üzere kurgulayarak kullanır. Böylece görünenin ötesinde farklı anlamlar objeye, görüntülere yüklenmiş olur. Bu bazen çekimden sonra kurgu masasında da yapılan bir anlatım biçimidir. Birçok sinemacı çekim süreci istediği gibi gitmesine rağmen kurgu masasında hayalindeki eserden uzaklaşmış ve hedeflediği sonucu alamamıştır. Kurgu masasında başta önemli olarak kabul edilen birçok sahne kesilip atılmış, önceden öngörülemeyen birçok sahne birleşimi yaşanmış ve sonuçta da ortaya neredeyse çekimden bile farklı eserler çıktığı olmuştur. Pudovkine göre film çevrilmez “kurulur.” Bu konuda şöyle bir yaklaşımı örnek

Indiana Jones'un Şapkası nasıl Hazırlanır?

Genç sanatçılar artık konvansiyonel yöntemlerle teknolojiyi birleştirme sürecinde. Bunun güzelliği, teknolojiyi kullanarak gerçekçi görünen hem de geleneksel yöntemlerle bu gerçekçiliği "hissettiren" çalışmaları görmemizde... Geçenlerde DVD'de "Kutsal Hazine Avcıları"nın yapım belgeselini seyrediyordum. Bölümün birinde, filmin kostüm tasarımcısı Deborah Nadoolman şen kahkahalarla İndie'nin kıyafetlerini nasıl tasarlayıp hazırladıklarını anlatıyordu; Deborah, ünlü pasaklı fötr şapka, deri mont kombinasyonunun eskizlerini tamamlayıp beğendirdikten sonra arayışa geçer. Aradıklarını da Paris'te şapka satan bir yerde bulur. Sonra sıra şapka ve montları filmin atmosferine uyarlamaya gelir. Deborah şapkaları yerlere atıp üstlerinde tepinir. Sandalyeye koyup üstlerine oturur. (Hatta Harrison'da bu eğlenceye katılır.) Son olarak biraz da toz toprak atarak şapkaları Indiana'nın vizyonuna uygun hale getirirler. Deborah'la yapılmış güzel bir so

İnternet Asıl Bize Yaradı

Artık tüm sorumluluk sanatçı'da. Kendini tanıtma, tanışma, iletişim kurma anlamında en fazla gayret eden, dahası bunda sürekliliği en iyi sağlayabilen kişiler daha çok ön plana çıkacak. İtalya’dan Japonya’ya dek dünyanın çeşitli yerlerinden görüştüğümüz tüm tasarımcıların ortak sözü internetin sınırları kaldırdığı ve dünyanın farklı yerlerinden tasarımcıların birbiriyle daha fazla etkileşime geçtiği yönünde. Evet bu doğru… Amenna. Ancak Avrupa, Amerika ve bir miktar da Asya’daki görsel iletişim dünyasından sanatçılar zaten dergiler yoluyla iletişim halindeydi. Novum “Gebrauchsgrafik” 1920’li yıllardan beri hem de dört dilde (Almanca, İngilizce, Fransızca, İspanyolca) Avrupa’da reklam ve grafik tasarım dünyasında bir etkileşimi sağlıyordu. IDEA , yaklaşık 30 yıldır Japonya’da yayınlanıyor ve Japon tasarımcıların dünyayla etkileşimini sağlıyor. Step by Step 80’li yıllarda tüm dünya’da grafik tasarımcıların yeni teknikleri, gelişmeleri takip ettikleri bir dergiydi. Kıs

Joker Üzerine Notlar

Joker, Harvey Dent’le hastanedeki sahnelerinde hesapsızlıktan, plansızlıktan dem vuruyordu. Joker’in kaos ve anarşiyi öven, ajitasyon ve manipülasyon yüklü konuşması Dent’i “İki Yüz” karakterine dönüştürdü.  Joker’in yüzündeki yarayla ilgili anlattığı hikayelerden biri de karısıyla ilgilidir. Bu hikaye, Batman çizgiroman serilerinden birinde (Batman – The Killing Joke) (1) geçen bir hikayedir ve burada Joker karakterinin orijini anlatılır. Joker’in bir zamanlar nasıl iyi kalpli bir adam olduğu, nasıl bir dönüşüm geçirdiği anlatılır. Albüm muhteşem; çizgiroman meraklılarına tavsiye ederim. Aslında bu ayrıntı bile başlı başına Nolan kardeşlerin senaryo aşamasında bu işe ne kadar önem verdiklerini, işlerini ciddiye aldıklarını dahası işlerini ne kadar severek yaptıklarını gösteriyor. Joker bir anarşist... Alfred’in de dediği gibi “Bazıları sadece dünyanın yanışını izlemek ister”. Ölümden korkmuyor Joker; hatta bunu istiyor bile denebilir. Peki ama neden? Cehennem Silahı’nda

Sinemayla Bu Bağımız Neden?

Zaten robotik bir hayat yaşamıyor oluşumuz, medeniyetimizin sürekli çalkantılar yaşaması, ne kadar durağanlıktan uzak, gelişmeye ve yeniliklere açık bir canlı türü olduğumuzu göstermiyor mu? Örneğin maymunlar aleminde son 50 yıl’da yaşanmış büyük bir toplumsal olaydan söz edebilir miyiz?  Sinemanın insan ve toplum yaşamı üzerinde gerçekten büyük bir etkisi var. Aynı şekilde insan ve toplumsal hayatın da sinema üzerinde. Bu aslında “yumurta ve tavuk” hikayesiyle aynı; iki açıdan da doğru. Hayatımızda yer alan iyi/kötü her şey sinema için bir malzeme. Sinema bu malzemeyi alıp bize geri izletiyor. Yani aslında biz zaten gördüğümüz/oynadığımız bir filmi tekrar izliyoruz. Kulağa pek hoş gelmiyor değil mi?  Peki o zaman neden bunu yapmaya devam ediyoruz? Neden cebimizdeki parayı filmlere yatırmaya, sinema önlerinde kuyruklarda beklemeye, bu endüstriyi doğumhane önünde çocuğumuzu bekler gibi takip etmeye devam ediyoruz? Belki de bunun cevabı sinemanın bize bir kokteyl sunması. Orta

Dizi Kuşağının Yeniden Doğuşu

Günümüzde TV dizilerinin bu kadar popüler olmasının nedeni nedir? Öyle ya bu yeni bir durum değil. TV izleyicisi yaklaşık son 30 yıldır dizilere aşina. Üstelik bunun son on senesine kadar doğru düzgün internet, DVD vb. medyalarda yoktu. Geçenlerde Empire “50 Greatest TV Shows” yani en iyi 50 dizi listesini yayınladı. Benzer listeler daha öncede farklı sinema / TV dergileri tarafından da (örneğin TV Guide) (1) yayınlamıştı. İşte listenin Top 5’i; 1 – The Simpsons (1989 – devam ediyor) 2 – Buffy The Vampire Slayer (1997 - 2003) 3 – The Sopranos (1999 - 2007) 4 – The West Wing (1999 - 2006) 5 – Lost (2004 – devam ediyor) Listenin tamamını Empire’ın web sitesinden görebilirsiniz . (2) Bugün TV dizileri hiç olmadıkları kadar popülerler. Hemen herkesin takip ettiği en az bir dizi var. Hatta izlediğimiz dizilere göre birbirimizi belli kalıp ve zevk ölçülerine yerleştiriyoruz. IT, reklam, halkla ilişkiler sektöründeyseniz ve Lost’u izlemiyorsanız bu bir günah. The Sopranos “o

Süper Kahramanlara Saygı

Burada eğlence dünyası tarafından ihmal edilmiş dev bir topluluktan söz ediyoruz. Ticari hacme sahip, önemsedikleri şeylere değer verdiğinizi gösterdiğinizde size bunun karşılığını seve seve vermeye hazır evrensel büyüklükte bir topluluktan.  Bu sene çizgi roman uyarlamalarında bir patlama yaşıyoruz ve daha yaşayacağız da. Bu durum çizgi roman tutkunları için harika bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Öyle ya eskiden yılda bir tane fantastik film olsa mest olan çizgi roman tutkunları bu sene adeta doyacaklar. Geçtiğimiz birkaç yıl da bundan farklı değildi aslında ve öyle görünüyor ki çizgi roman uyarlamalarının beyazperde serüveninde pek çok engel aşılmış görünüyor. Eskiden -kabaca 90’ların sonlarına dek diyelim- bu sadece hayaldi. Hayaldi derken, evet bu tarihe dek yine pek çok çizgi roman uyarlaması hikaye/kahraman beyazperdeye uyarlanmıştı ancak sonuçlar tam bir felaketti. Bunun temelde iki nedeni vardı; 1-Teknik yetersizlikler (özellikle de görsel efekt teknolojisinin ye

Sevgili Yönetmen, Mektubuma Başlarken…

Düşünsenize bugün acaba kaç yönetmen bu durumu yaşıyor? Yani acaba Zeki Demirkubuz, Spielberg, Kim Ki-Duk kaç izleyicisinden tenkit ya da takdir mektubu alıyor?  Aslında daha da önemlisi acaba bugün kaç izleyicinin aklına izlediği filmle ilgili görüş, eleştiri, takdirlerini bir mektup vb ile filmin yönetmenine yollamak geliyor? Size, izleyicileri tarafından Rus yönetmen Andrey Tarkovski’ye Ayna (Zerkalo – 1975) filmi için gönderilen mektuplardan bazılarını sunacağım. Sizin de okuyacağınız üzere bu mektuplardan bazıları oldukça güzel, takdir dolu, bazıları ise öfke ve eleştiri dolu; Leningrad’dan inşaat mühendisi bir bayan izleyici: “Filminiz Ayna’yı izledim. Hem de sonuna kadar. Oysa biraz olsun bir şeyler anlayabilmek, filmdeki kişileri, olayları, anıları bir şekilde birbirine bağlayabilmek için samimiyetle kendimi zorlamaktan daha ilk yarım saatte başıma ağrılar girmişti. Biz zavallı seyirciler iyi, kötü hatta genelde çok kötü filmler izleriz; bazen vasat da olabilirler, b

250 Kez Tekrar Edilen Replik

Burada asıl önemli nokta şu; belli bir tekrardan sonra artık “ezberleme” aşaması bitiyor; karakterle bütünleşme, “o” olma ve karaktere ruh katma aşaması başlıyor. James Lipton’ın sunduğu ve 1994 yılından beri yayın hayatını sürdüren Inside The Actors Studio sinema dünyasına emek vermiş konuklarıyla harika bir TV programı. Konuklarından biri de Sir Anthony Hopkins’di. Hopkins’in programa bu ikinci konuk oluşuydu; yaklaşık 10 yıl önce bir kez daha konuk olmuş ünlü oyuncu. Hopkins’in repliklerini ezberleme tarzı üzerine daha önce birkaç yerde daha bazı şeyler duymuştum. Ancak bunların söylenti mi, abartı mı yoksa doğru mu olduğunu bilmiyordum. Buna göre Hopkins her repliğini 250 kez tekrar edermiş. Kısa ya da uzun tüm repliklerini... Ve Lipton sohbet esnasında ünlü oyuncuya bu konuyu sorduğunda ünlü oyuncu bunun doğru olduğunu söyledi. Peki neden 250? Bunun yanıtını Hopkins’de bilmiyor ama böyle bir sistem geliştirmiş kendince. İşi oyunculuk olan, bu işten para kazanan bir insan

Sahip Olduk Dibe Vurduk

Dövüş Kulübü şu temel fikri bize söyler; “Sahip olduklarımız bizim sahibimizdir.” İletişim çağında iletişimden kopuk yaşayan birey “sahip olma” güdüsüyle evindeki boşluğu doldururken kalbindeki boşluğu bir türlü dolduramaz. 18 Mart 1980’de hayata veda eden Erich Fromm, Freud psikanalizini geliştiren en önemli birkaç düşünürden biriydi. Şöyle diyor Fromm; “Eğer sahip olmak, maddesel açıdan zenginleşmek mutlu kılsaydı, bütün batı toplumlarının buna ulaşmış olmaları gerekirdi. Ama kazanmak, sahip olmak, daha fazla tüketmek, gerçekte kendisine ve çevresine yabancılaşmış insanların korkularını ve bunalımlarını gizlemekte kullandıkları bir araçtır.”(1) Maddesel açıdan bir şeylere sahip olmanın mutluluğa sahip olmakla eşdeğer olmadığını vurgulayan bir başka kişi de Amerika’lı yazar Chuck Palahniuk’du. Palahniuk üniversite öğrenimini tamamladıktan sonra bir süre bir kamyon şirketinde tamirci olarak çalışır.(2) Bu arada Project Mayhem (Kargaşa Projesi) adlı kısa bir hikaye yazar. Bu hika

İyi Film İyi Filmdir

Biz, türü ne olursa olsun sevdiğimiz filme sahip çıktıkça bizim dışımızdaki insanlar da bu sevgiyi ve değeri er geç anlayacaktır.  “Matrix” diyince aklınıza nasıl bir film geliyor ? Hiç şüphesiz büyük bir çoğunluğun cevabı “bilim kurgu” olacaktır. Bu yanlış değil; aksine filmi tanımlayan bir çok tür’den en güçlü etkisi olan bu. 1999’da gösterime girdiğinde yorumlarını her zaman çok beğendiğim bir arkadaşıma filmle ilgili görüşünü sorduğumda bana verdiği tek cümlelik cevabı hala unutmam; “Anarşist bir film.” Sinema dünyasının etnik yapısı içinde görkemli dramları (örneğin Gandhi, Titanik ya da İngiliz Hasta) “beyazlar” olarak kabul edersek, bilim kurgu, gerilim, fantastik gibi diğer türler de “siyahlar“, “İspanyollar” ya da “Asyalılar” olarak bu etnik yapıda yerlerini aldı ve ona göre de muamele gördü. Uzunca bir süre en büyük onur hep beyaz’lara layık görüldü. Siyahların ya da Porto Rico’luların büyük başarıları ise bunlarla yarıştı, zorladı hatta bazı round’ları aldı ama son

Sinema ile Ruhumuzu Tatmin Eden Nedir?

Tom Hanks’in de dediği gibi, ister oyuncu ister seyirci olalım bu deneyimden büyük zevk alıyoruz çünkü bu şekilde bir bütünün; yaşadığımız hayat ve insanlık bütününün bir parçası olduğumuzu hissediyoruz. Günümüz sinema izleyicisi A’sından Z’sine sinemanın artık her şeyini biliyor, onu iyi tanıyor. Yani izlediği görüntünün bir kurgu olduğunun farkında. Hatta 8-10 yaşındaki çocuklar bile film yıldızlarını tanıyor ve izlediği görüntünün gerçek olmadığını biliyor. Kısacası biz, ilk sinema gösteriminde trenin gara giriş sahnesinden korkup salonu terk eden o ilk izleyici topluluğuna göre çok daha bilinçli ve tecrübeliyiz. Ancak hala Rocky’nin kahramanca mücadelesinden sonra tüm salon gözyaşları içinde onu çılgınca alkışlayabiliyor. (Evet buna şahit oldum hatta o grubun içinde ben de vardım.) Matrix’de Cyper’ın Neo ve ekibine, Gladiator’da Commodus’un imparator babasına ve Maximus’a yaptıklarından dolayı ondan nefret edebiliyoruz. Peki neden? Bunun sebebi aslında sinemaya gidiş nedeni

Film Müziğinde Mark Isham Faktörü

Isham’ı ilk kez, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali sırasında Afganistan’da yolunu kaybeden bir T-55 Sovyet tankının ve mürettebatının hikayesini anlatan 1988 tarihli The Beast of War filminin soundtrackleriyle tanıdım. Otostopçu (The Hitcher), Robert Harmon imzalı 1986 yapımı bir gerilim filmi. Hatta kimilerine göre gelmiş geçmiş en iyi gerilim filmlerinden biri. Bu efsane olmuş yapım 2007 yılında Dave Meyers tarafından yeniden çekildi ancak ilkinin verdiği zevkin yanında bu kapuska gibi kalıyordu ki bu da ayrı mesele. Otostopçunun bu denli başarılı olmasında birçok neden var kuşkusuz. Bunların başında Rutger Hauer 'ın muhteşem John Ryder performansı, filmin psikolojik gerilim temasına uyan o ağır ilerleyişi ve daha birçok etmeni sayabiliriz. Ancak burada bahsedeceğim şey, bunların içinde bana göre en fazla öne çıkanı, tüm bu unsurların hepsini destekleyip onlarında gözümüze daha da güzel görünmesini sağlayanı; filmin soundtrackleri olacak. Mark Isham Faktörü… Aslında Mark I